Biz, sadece kendi coğrafyamızda değil yeryüzünde barışın, adaletin, huzur ve saadetin sağlanması için milyonlarca şehit veren bir milletin evlatları değil miydik? Atalarımız insanları ve ülkeleri sömürmek için değil onların da “insan olmaları sebebiyle adalet ve huzur içerisinde yaşamaya hakları vardır” diyerek yüz yıllar boyu tiranlara, derebeylere, kazıklı voyvodalara karşı savaşarak onların zulümlerini saf dışı etmemiş miydi?
Bu parlak tarihi sayfalardan şimdi, “kendi köşesine çekilmiş, etliye-sütlüye karışmayan, otur deyince oturan, kalk deyince kalkan, yat deyince yatan bir ülke” olmamızın hesabını kimden ve kimlerden sormalıyız?
Nasıl oluyor da binlerce kilometre öteden bir ABD kalkıp geliyor ve bizim coğrafyamızda ülkeler işgal edebiliyor, insanlar öldürüyor, mallar talan ediyor, ülkenin yeraltı ve yer üstü zenginliklerini aşırabiliyor? Ve bizim sezimizin çıkmaması bir yana onun bu zulümlerine ortak olabiliyor, hatta bizi aşağılamalarına ve başımıza çuval gerilmesine (Süleymaniye’de) ses çıkaramıyoruz?
Bütün bunlara nasıl oluyor da bu asil millet dayanabiliyor, milli haysiyetimizdeki bu düşüşü nasıl kabul edebiliyor?
MAKÜS TARİHİN DEĞİŞMESİ
Bu “teslimiyetçi, olur efendimci” gidiş, 1997 yılının 15 Haziranında değişmeye başlamıştı. Önce kendimizin daha sonra Ortadoğu da ki Müslüman ülkelerin ve insanlık âleminin beklentisi olan adalet, huzur, refah ve saadet ortamı tekrar yeryüzünde boy göstermeye başlıyordu.
Gelişmekte ve nüfusları 60 milyondan fazla olan 8 ülke üst düzey yöneticileri Türkiye’nin başkanlığı ve ev sahipliğinde İstanbul Çırağan Sarayında toplanarak “D – 8” adında bir ittifak kurdular. O gün ülkemizde Refah-Yol hükümeti ve Başbakan olarak da Prof. Dr. Necmettin Erbakan bulunmaktaydı ve bu kuruluş, “Çobansız köyde değneksiz gezen…” bütün dünyaya, “Durun bakalım biz de varız” demeyi becermişti.
Ancak ne yazık ki Refah-yol hükümetinden sonra gelen iktidarlar bu kuruluşa sahip çıkamadılar, çıkmadılar. D-8'in stratejik önemini kavrayamayan bu iktidarlar, Türkiye'nin öncülüğünde kurulan uluslar arası bir örgüt ile neler yapılabileceğini de anlayamadılar. D-8'i adeta ilgisizliğe terk ettiler. Türkiye'nin kurucusu olduğu örgütü, değişen dünya konjonktüründe etkin bir küresel oyuncu olarak konumlandıramadılar.
Türkiye, bölgesinin en güçlü ülkesi olabilmek için çok boyutlu bir dış politika izliyor. Komşularıyla sorunlarını çözebilmek için proaktif dış politika araçlarını, kamu diplomasisini kullanmayı amaçlıyor. Komşularının kendi aralarındaki siyasi sorunlarda arabuluculuk ve hakem rolü üstleniyor. Sorun çözdükçe, etkinliğinin artacağına inanıyor.
DIŞ POLİTİKAMIZ, D–8’LE ŞEKİLLENMELİDİR
Hâlbuki böyle bir ortamda Türkiye'nin dış politikada sırtını dayayabileceği, bölgesel güç hedefini pekiştirebileceği, küresel aktör olma yolunda ilerleyebileceği uluslararası bir örgütün varlığına çok büyük ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu uluslararası örgüt, D-8'den başkası değildir ve Dünyanın adaleti ve barışı aradığı, insanlığın refah ve saadet talep ettiği günümüzde, D–8 fikriyatına ve felsefesine çok büyük görevler düşmektedir.
Bu önemli görevleri insanlığın hizmetine sunacak olan ülke elbette Türkiye'den başkası değildir. D–8 ilkelerine işlerlik kazandırılması Türkiye'nin "ben bunu yapacağım" demesine bağlıdır. Bu kararlılık ve cesaret gösterildikten sonra gerisi gelecektir.
Türkiye, D–8 örgütüne yeni bir vizyon ve strateji kazandırarak kendisine küresel aktör olma yolunu açabilir, açmalıdır.
Örgütü kuran Türkiye dâhil sekiz ülke, yeni bir atılım, açılım ve genişleme politikası belirleyerek, hedefine 60 ülkenin bir araya gelmesini koymalı ama ilk etapta bu örgüte 10 yeni üye daha kazandırarak, D–18 küresel örgütünü oluşturmalıdır.
D-8’İ KURANLAR NE DİYOR
ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) öncülüğünde İstanbul’da yapılan bir toplantıda D-8’in kurucuları ve başta Sayın Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın olmak üzere yapılan konuşmalardan bir demet takdim edeceğim.
Sayın Erbakan açılış konuşmasında özetle şu bilgileri vermişti.
“BM’lerin istatistiklerine göre içinde bulunduğumuz dünyadaki çarpıklıklar, mevcut glabol sömürü sisteminin iflas ettiğinin göstergesidir. Hiç kimse bu dünyanın adil temeller üzerine kurulduğunu iddia edemez. Bugün dünyamızda yaklaşık 6 milyar insan yaşıyor. Bu insanların hepsi eşit yaratılmasına rağmen, nimetlerin bölüşümünde, hiç de eşit olmadıkları çok açık bir şekilde gözler önündedir.
Bugün dünya’da “Ezilenler var, Ezenler var ve gelecek (çocuklarımıza ve torunlarımızın yaşayacağı dönemler) daha karanlık gözükmektedir.”
Dünyanın bu hale gelmesine ve bu gidişatın temelinde yatan sebepler nelerdir?
İnsanlık tarihi boyunca hakkı üstün tutan medeniyetlerle, kaba kuvveti üstün tutan medeniyetler arasında gidip gelmiştir. Hakkı üstün tutan medeniyetlerde mutlu ve bahtiyar olmuş ama kaba kuvveti üstün tutan devirlerde hep madden ve manen ezilmiştir.
Bu bir birlerini takip eden devirlerden bir yenisinin yani Hakkı üstün tutan devrin başında bulunmaktayız.
Hakkı üstün tutan medeniyetler, Peygamberlerin insanlara öğrettikleri gerçek hak anlayışına sahip olmuşlardır. Bu medeniyetin temelinde ki hak, ancak 4 sebepten doğar.
Bunlar; İnsan hakları (Yaşamak, mülkiyet, inanma hürriyeti, aklın korunması, ırz ve nesebin korunması), Emek, Karşılıklı rıza ile yapılan mukaveleler, Adalet gereği haktır.
Firavunların anlayışında ise hak şu 4 sebepten doğmaktadır. Bunlar da; Kuvvet, Çoğunluk, İmtiyaz ve Menfaattin üstün tutulmasıdır.
Firavunlar insanlara zulmederken biz size zulmediyoruz dememişler, “Bunları yapmak sizin vazifeniz, bizimde hakkımızdır” demişler ve bunu söylerken de kuvvet ve menfaati hak sebebi saymışlardır. İşte bütün zulümler bu yanlış anlayış ve inanıştan kaynaklanmaktadır.