Bir dünya görüşünün küçük nüanslar ile uygulamaya ait bir takım değişiklikler göstermesi mümkündür. İşin aslı korunmak şartıyla bu küçük nüanslara müsamaha edilmektedir. Bu küçük değişiklikler genellikle insanları yaratılışlarıyla ve karakterleriyle, yaşadıkları asırla ve bulundukları konumlarla ilgilidir. Zira bazı insanlar yaratıştan ince ruhlu ve nazik, bazı insanlar sert karakterli, bazı insanlar müdekkik (tetkik edici-araştırıcı) olabilmekte, bazı insanlar değişik asırlarda yaşamakta araçlar ve vasıtalar (at yerine otomobil) değişebilmekte, bazı insanlar şehirlerde veya kırlık arazilerde yaşamakta olabilirler.
İnsan fıtratına (yapısına) en uygun bir din (dünya görüşü) olan İslam, bu incelikleri de bünyesinde barındırmakta, esaslardan taviz vermeden teferruatlarda (detaylarda) Müslümanlara müsamaha göstermektedir.
Bizim inanç ve itikatta mezhebimiz, “ehl-i Sünnet vel cemaat” dediğimiz Allah’ın (c.c) emirleri, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (s.a.v) in sözleri ve hareketleri ve üzerinde olmaktır. Çünkü İslam’ı en güzel açıklayan ve yorumlayan ve yaratıcının insanlara örnek olarak gönderdiği insandır ki hiç şüphesizdir ki onu en iyi bilendir ki bu insan Allah elçisi Hazreti Muhammed’dir (s.a.v).
MEZHEPLERİN DOĞUŞU
Amelde yani uygulamada mezhebimiz (faklılıklarımız) ise esaslardan taviz vermeyen dört mezheptir ki bunlar, Hanefi, Şafii, Maliki ve Hambeli mezhepleridir. Bu mezhepler isimlerini onun imamlarının (görüşlerini sistemleştirenler) isimlerine göre almışlardır. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse;
“Peygamberimiz (s.a.v) bir namaz kılarken Aişe validemiz, onun alnında bir kan kabarcığı görmüş. Namaz devam ederken kendi eliyle o kan kabarcığını oradan almış. Peygamberimiz namazını bozarak gitmiş yeniden abdest alarak namazını kaza etmiştir
İşte mezhep imamları bu olayı yorumlarlarken, İmam-ı Azam Ebu Hanefi hazretleri;
“Peygamberimizin namazını bozması ve yeniden abdest alması, kanın dağılması şeklinde yorumlarken İmam-ı Şafi hazretleri; Peygamberimiz namaz kılarken vücuduna bir kadın elinin değmesi onun namazının ve abdestinin bozulmasına sebep olmuştur” yorumunu yapmıştır. Böylece abdestin bozulması ve dolayısıyla namazın bozulmasında ayrı iki kural ortaya çıkmıştır.
Onun için Hanefiler vücutlarında dağılan bir kan kabarcığı görmeleri halinde abdestlerinin bozulduğunu kabul ederlerken, Şafii mezhebini benimseyenlerin vücutlarına her hangi bir kadın elinin değmesi onların abdestlerinin bozulmasına sebep olmaktadır. Bu hükümlerden şehirlerde yaşayanlar daha çok Hanefi mezhebini, göçebe olarak dağlarda, bayırlarda yaşayanlar ise Şafii mezhebini benimsemelerine yol açmıştır.
TARİKATLER
Tarikatlar, yaşayışta İslam’ın ölçülerine dikkat etmek ve Allah’ı (c.c) zikretmek amacıyla bir Mürşit (dini iyi bilen) etrafında toplanarak ondan faydalananlardır. Tarikat İslam’ın ölçülerine sıkı sıkıya sarılmayı gerektirir. Eğer kendisine Mürşit denilen cahil birisi olursa ve müritlerine İslami ölçüler vaaz edemiyorsa artık o tarikat olmaktan çıkar ve yapılan iş zındıklık olur. Çünkü tarikatlar, şeriat dairesi içerisinde olmak zorundadırlar.
Tarikatlar, nefis terbiyesi adı verilen çalışmalarla insanın iç âlemini (maneviyatını) olgunlaştırır ve müritlerini “başkalarına faydalı insanlar olmalarını” sağlarlar. Çünkü insan ve Müslüman olmanın gereği başka insanlara faydalı olmaktan geçmektedir.
Tarikatların sayısında bir tahdit (sınırlama) yoktur. Her bir âlimin veya şeyhin etrafında ona uyan insanlar bir tarikatı oluştururlar ve bu sayının fazlalığı o toplumun İslam açısından makbul (övülen) bir toplum olduğunu gösterir. Bu sayının azalması ise o toplumun ilimden uzaklaştığını gösterir.
Nitekim Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde; “Allah, aranızdan ilmi kaldırmayı isterse âlimlerin ruhunu kabzeder (alır)” buyurmaktadır.
Burada bir soru akla gelebilir. “Her bir âlim veya şeyhin etrafında az çok bir insan toplanmışsa o toplumda birlik nasıl sağlanır. Çünkü her âlim, kendi bağlılarını bir tarafa çekecektir?”
Endişeler doğrudur. Ama İslam bunu da çözümünü de göstermiştir. Âlimlerin kendi bağlıları ile oluşturduğu topluluklara “Cemaat” derken, bütün cemaatleri (tabii başlarındaki âlim veya şeyhlerin de) bir emir (imam, baş) etrafında toplanmalarından oluşan topluluğa da “Ümmet” adını vermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu ve mesela Sultan Fatih devri ümmet yapısına sahip bir devirdir. Bir tarafta Akşemseddin, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Gelenbevi hazretleri gibi Fatih’in hocaları ve şeyhleri varken, bu hocalar ve şeyh efendilerin bütün öğrenci ve müritleriyle Sultan Fatih’in emirliğinde birleşmişler ve Osmanlı Ümmet yapısını oluşturmuşlardır.
BİRLİĞE AKIL ERDİREMEYENLER
Bazı tarikatların üyelerinde bir benzetme yapılır. “Efendim, nasıl ki orduların kara, deniz, hava askerleri ve jandarması var ve bunların hepsi kendi sahalarında çalışıyorlarsa, bizler de her bir kuruluş, bunlar gibi ayrı ayrı sahalarda çalışmaktayız” demektedirler. Bunların söyledikleri bu söz bir dereceye kadar doğrudur.
Ancak bunlar hiç düşünmezler midir ki, örnek verdikleri bu askerî kuruluşlar sonuçta tek bir Genelkurmaya veya tek bir karargâha bağlıdırlar. Bunların sevk idareleri Genelkurmayca alınan kararlara göre yapılmakta ve bütün askeri teşkilatlar Genel Kurmayca verilen emre uymak zorunda bulunmaktadırlar. İşte bahsettiğiz İslam’da Ümmet yapısı da buna benzemektedir.
Tarikatların müntesipleri (bağlıları), Müslümanların birliğini sağlayacak insanın kendi Şeyh efendileri olduğunu sanıyorlarsa, yanılmaktadırlar. Zira her bir mürit, kendi şeyhini üstün insan olduğunu bilmesi kendi feyzinin artmasına sebep olursa da bu, aynı zamanda tarikat sayısınca Müslüman topluluğunun var olduğuna işaret etmektedir.