Milli Gençlik, tarihine bağlı olan bir gençliktir. O bilir ki bu milletin tarihi, onun alnının ve yüzünün akıdır. Milli Gençlik tarihten aldığı aşk ve şevkle, geleceğe ümitle bakan ve geleceğini inşa eden bir gençliktir. Geçmişi karanlıklarla dolu olanlar ve özellikle de Batılılar geleceklerini nasıl aydınlık kılabilirler ki?
Tarihine bağlı olmak, düne sahip çıkmaktır. Tarihine bağlı olmak babasını ve atasını kabul etmektir. Kendi babasını ve atasını reddeden köksüzler gibi sonradan kendine baba ve ata icat edenler değildirler. Nitekim tarih, geçmiş insanların hallerinden iyi örnek, kötü hallerinden ibret almak için öğrenilir.
Şerefli tarihine sırt dönerek kendisine sonradan tarih icat etmeye çalışan ittihat terakki kafalı kişiler, Ankara’nın göbeğinde Kızılay semtinde Güven Park diye bilinen parka bir heykel dikmişlerdir. Heykelin ön tarafında biri yaşlı diğeri genç iki insan figürü vardır. Bunların arkalarında ise bir duvar. Bu duvar, tarihi temsil etmekte olup yaşlı adam sağ eli ile bu duvara tutunmuş yani tarihe bağlı olduğunu ifade etmektedir. Bir eli meşgulken de diğer eli ile bir cismi kaldırmaya çalışmakta ama tek elle buna muvaffak olamamaktadır.
Genç adam ise tarihe sırtını dönmüş, iki eli de müsait olduğu için yaşlı adamın kaldıramadığı cismi iki eliyle tutup kaldırmaktadır. Bu heykeli dikenler, “Biz, gençlerimize tarihlerine sırt dönmelerini öğreteceğiz ve böylece kendiişlerini kendileri yapacaklar” demişlerdir.
BİZİM İZ DÜŞÜMÜMÜZ RENOSANS
İlim ve irfan bizim tarihimizdedir. Sanat, teknik ve edebiyat bizim tarihimizdedir. Avrupa da reform ve Rönesans hareketinin başlaması, İspanyada 8 asır varlığını sürdürmüş, ilim de, ahlakta, mimarlıkta, sanatta ve medeniyetin bütün sahalarında devrimler yapmış bulunan Endülüs Emevi devletinin, Barbar Hristiyan Haçlı ordularınca katliamlarla yıkıldıktan sonra onun küllerinden doğmasıdır.
Selçuklular ve Osmanlılar tarihi de bizim için sayısız güzellikler ve kahramanlıklarla dolu sahneler bulunmaktadır. Bu dönemlerde ülkemizi ziyaret eden birçok müsteşrik (şirk koşan) erkek ve kadın seyyahlar yazdıkları hatıralarında atalarımızın insanlığını, sanat ve edebiyatını anlatmakla bitirememektedirler.
1717 – 1718 yılları arasında Türkiye ye Fransız sefiri (Büyükelçi) olarak kocasının yanında gelen Lady Montaqu’nun Paris’teki ablasına yazdığı mektuplar, edebi değer taşıdığından kitap haline getirilmiş ve bu mektuplar, Türkçeye de çevrilmiştir. “Türkiye mektupları” adında bir kitap haline getirilen bu mektuplar, bir çok örneklerle doludur. Bu kitap Tercüman gazetesi tarafından 1001 temel eser olarak basılmış ve gençlerimizin istifadesine sunulmuştur.
Yalan şahitlik, zulme tecavüzün kapılarını açar, hakkın çiğnenmesine sebep olur. İslam fıkhında, “yalancının, şehadeti kabul edilmez” diye bir madde vardır. Eskiden bilgisayar yok, bilgisayar ağı yok. Bir yerde yalan söylediği tespit edilen bir kişi başka bir yerde bir olaya şahit olsa bu kişinin şahit olup olamayacağı nasıl tespit edilecektir? Bu kafamdaki soruya bu kitap da cevap buldum.
Lady Montaqu bir mektubunda; “Abla, Türkiye de yalan söylemek yasaktır. Yalan söylediği tespit edilen birisi mahkemece tespit edildiğinde, ceza olarak onun alnı kızdırılmış demirle dağlanmaktadır” diyor. “Eğer bu kanun Fransa da uygulansa bizim bütün asilzadelerimiz, saçları kirpiklerine kadar düşük olarak gezmeye mecbur kalırlardı” Demek ki ata sözlerimiz arasına giren “alnında kara leke” tabiri bu uygulamadan bahsediyormuş.
“Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u…” diyen Sultan Fatihler, ülkenin birçok yerinde şaheserler yapan mimar Sinanlar, Akdeniz’i bir Türk gölü haline getiren ve Amerikalıları vergiye bağlayan Barbaros hayrettin Paşalar, Osmanlının son dönemlerinde 33 sene Osmanlıyı hiçbir savaşa sokmadan ve Libya’dan, Balkanlara, Hicaz’dan Kırım’a ülke bütünlüğünü koruyan Sultan Abdülhamitler bizim için iftihar edilecek büyük insanlardır.
Hele bu asil ve ahlaklı bir milletin tarihi, sadece o milletin çocukları olan bizler için değil bütün insanlık için örnek alınacak kahramanlıklar ve destanlarla doludur.
Çanakkale savaşında (1915) Avustralyalı Anzak askerler, Türk siperlerine karşı büyük bir saldırıya geçerler. Mücadelenin şiddetli bir anında Avustralyalı bir asker ağır şekilde yaralanarak Türk siperlerinin yakınına düşer. Yaralı asker acılı bir şekilde feryat etmeye başlar. Türk siperlerindeki Mehmetçikler bu feryatlara dayanamazlar. Bundan sonrasını düşman kumandanı Cambell şöyle anlatıyor;
“Mermi yağmurunun ortasında bir Türk, siperden fırlayarak yaralı askerimizi sırtına aldı ve bizim hatlara doğru taşımaya başladı. Türk, sırtındaki Avustralyalı ile birlikte yaralanmadan siperlerimizin korkuluklarına ulaştı ve sırtındaki arkadaşımızı kıyıdan aşağıya yavaşça bıraktı. Sonra bu Türk kendi hatlarına doğru yöneldi. Fakat birçok yerinden yaralanıp yere düşmeden önce ancak üç ya da dört adım atabilmişti. Ve oracıkta şehit düştü. Meçhul bir şekilde, fakat kahraman olarak şehit düştü.”
Biz, Milli gençlik olarak tarihimizle iftihar ediyoruz ve tarihimizden aldığımız güç ve hızla, atimizi (geleceğimizi) kuracağımıza inanıyoruz.